23 Kasım 2008 Pazar

Güne Metallica dinleyerek başlamak

Saçma geliyor değil mi? Ki benim sabahları televizyon gürültüsüne bile tahammülüm olmaz. Ama sevgilimi yanımda hissetme projelerim dahilinde bugün yaptığım ilk şey bilgisayarı açıp gümbürük gümbürük metallica dinlemek oldu. Sonuç? Evet Dylan, my dear yanımda gibisin. Hell yeah. Ulan insan sabah sabah nasıl gaza geliyor inanmak elde değil. Yoga yapmak için enerji hissettim içimde. Tv 8 i açıp yoga tv'deki elastik ablaları taklit etmeye çalışırken kendime gülmekten altıma edebilecek durumdayım.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Dylan Dog’un İtalya Günlüğü



1. Hafta

 

3 Ekim 2008

 

Saat 13:10’da bindiğim ve inanılmaz derecede döküntü olan Myair firmasına ait uçak, saat 14:30 sularında Milano-Bergamo havaalanına iniş yaptı. Bilmediğim bu yabancı ülkede, az çok yön bul-

ma duygum gelişmiş olduğu için, hiç zorlanmadan “Shuttle” dedikleri, Milano’ya giden otobüslere bindim. 1,5 saat süren yolculuktan sonra, otobüs beni tren garında indirdi. Hemen bilet gişesinde kuyruğa girdim ve Parma trenine bir bilet aldım. Yarım saat kadar peronda bir ordan bir oraya dolaştım. Gözüm bir yandan tren kalkış saatlerini gösteren tabeladaydı. 

Hazı trenimi beklerken, memleketimi arayayım dedim. Telefon kulübelerinin önüne geldim ama, nasıl kullanılır bilmiyordum. Doğru düzgün bozuk param bile yoktu cebimde. Tam o sırada İtalyan bir amca yanaştı yanıma. Bana İtalyanca bir şeyler söyledi, söyledi ve söyledi. Ben tabi “ne diyon emce” modunda, tek kelime bile anlamadan dinliyordum. Taa ki amcaya “internazionale telefono” diyinceye kadar. Amca durumu kavradı, başladı “va bene, va bene” demeye. Anlaşabildik amcayla sonunda. Bana anlattı, dedi ki “prima linea zero zero”… yani “önce 00 diye tuşla. Ardından da; “quindi comporre il vostro codice internazionale” tabi ben önce dedim “hö?” ama sonra çaktım durumu ve hemen 00’ın ardına ülke kodum olan “90”ı ekledim ve anacuğuma ulaştım. 3 Euro’ya konuşmaya başladım. 

Anam, daha “iyim ben, vardım. Siz nasılsınız?” dedim, bir de baktım kontör miktarı olmuş 1 Euro. Son kontörümü de İtalya’da beni karşılayacak olan Giulia’ya harcayıp, vardığımı haber ettim. Sonrasında zaten trenim de varır perona, ben de ona atlar ve yola koyulurum.1 saatlik yolculuğun ardından, sonunda meşhur Parma’ya ulaşabildim. Hemen çıkışa koştum ve tekrar bir kart aldım. Hemen Giulia’nın bana numarasını verdiği taksici Paolo’yu aradım. Adamla bir şekilde anlaşmaya çalıştım durdum. O diyor; “How will I know you? I have a Brown jacket. You see me?”. Ben de etrafıma bakıyorum ama, abi her taraf Brown jacket’lı dolu. Hangisi Paolo arkadaşım? 

Neyse tam o sırada bir adamla göz göze geldim, hemen el salladı. Koştum yanına, bindik dışarıda bekleyen sivil taksiye. Yol boyu; “who is your grandmother? Do you watch football?” gibisinden geyikler çevire çevire Colorno kasabasına vardık.22 Euro vererek, beni Colorno’daki Alma House 2 denen öğrenci evine bıraktı Paolo. Hemen eşyalarımı attım odaya, Biraz internet, biraz haberleşmeye çalışma diyerekten geceyi getirdim ve hemen vurdum kafayı yattım.

 

4 Ekim 2008

 

Günlerden cumartesi. Doğal olarak bari biraz kasabayı tanıyalım, ne menem bir yerdir burası diyelim. Hemen attım kendimi dışarı. Anam, o da ne? Adeta bir hayalet şehir. Herkes kaybolmuş. Sokaklarda tek tük insanlar. Araba bile geçmiyor yoldan. Bari yiyecek bir şeyler alayım dedim, başladım dükkan, market falan aramaya. Ama yok, hepsi kapalı. İyiden iyiye karnım guruldamaya başladı. 

Ne yapacağım ben şimdi diye düşünmeye çalışırken, bir pastane bulurum. Hem de açık! Hemen daldım içeri, dedim “şu şu şu ve şu”… ancak şöyle bir durum vardı ki; cebimde bütün bir 500 Euro durmaktaydı. Ben bunu bozamam dedi pastaneci. Doğal olarak başım eğik ve elim boş çıktım dışarı. Gittim açık bir ufacık bakkal buldum. Adamın sattığı tek şey çikolata ve sigara. Hay lanet olsun, aldım bir Snickers, koştum eve. Yedim çikolatamı, az biraz kendime geldim. Ama İtalya’ya geldiğimden beridir bir şey yemiyordum.

 Doğal olarak açım abi. Ne yiyecek bir şey var, ne de içecek. Ölüyorum a dostlar….. derkeeen, aklıma annemin bana kurtarıcı niyetine verdiği acil durum kredi kartı gelir. Hemen evden fırladım. Gördüğüm ilk bankamatiğe kartımı şak diye yerleştiririm. 50 Euro deyip, 10ar Euro halinde param çıkagelir. İşte o anda mutluluktan ağlayacaktım. 1 gün boyunca aç dolaştıktan sonra, sonunda yemek yiyebilecektim. Hemen pastaneye döndüm ve “şunu şunu şunu ve şunu yetmez, bir de şunu şunu ver!”. Doldur pastaneci deyip, torbayı kaptığım gibi eve koştum. Hemen ne kadar tuzlu şey varsa aldığım, hepsini mideye indirdim. Mutlu mesut uykuya daldım işte o an…

19 Ekim 2008 Pazar

Ejderha Avı

KABUSLAR DEDEKTİFİ DYLAN DOG
YA DA HALK DİLİNDE,
KARİZMATİK DRUİD,
AMSTERDAMLI YAZAR CAN'IN
MUHTEŞEM MACERALARI
VE
EJDERHA AVI




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde
Yazarlar cirit atarken, Gevezeler Köyü'nde..
Muzırlar tellal iken, Druidler berber iken
Marmara sözlük Ekşi'nin beşiğini tıngır mıngır sallar iken
Bir varmış... Bir daha varmış...

Bir zamanlar, çayır çimen geze geze herkesin geveze olduğu bir köy varmış. Bu köyde herkes dilediğini konuşur, söyler imiş... Günlerden bir gün bu köye bir hobbit uğramış. Öyle ki bu hobbit çok uzun zamandır, mahzun bir zavallıymış. Kötü kalpli ejdarhaların yerle bir ettiği, yıkılmış kalesinden sürgün edildiği için, avare avare yol aramaktaymış ... Derken yolu Gevezeler Köyüne düşmüş. Derdini anlatacak kimseyi bulamayan küçük hobbit, birden böyle gevezelerin içine düşünce şaşırmış... Hem bol bol konuşup, hem de dinleyen bu ahaliye özenmiş... Aralarına karışmaya karar vermiş... Yabancılık çekmemiş hiç. Çünkü bu köyde zaten herkes birbirine yabancı, herkes yolcu imiş. Ama bir uğrayan bir daha ayrılamazmış bu köyden...


Bu karmaşanın içinde önce susmuş ve dinlemiş... Ne zamandır, dinlemeye değer bir şey duymayan koca, sivri kulakları pasını atar olmuş... Sonra o da konuşmaya başlamış... Dertlerini, sevincini, içindekileri anlatımış yabancılara... Günlerden bir gün hatırlamaya çalışmış kendini... "Ben kimdim, kim oldum, konuşacaklarım bunlar mıydı... bunlar benim sözlerim mi, yoksa olmaya itildiğim hobbitin mi??", demiş kendi kendine... Kendini bulmaya, tekrar eski şen şakrak hobbit olmaya karar vermiş ama bir türlü başaramıyormuş. Sonra günlerden bir gün yine konuşup gevezelik ederken, karşısına bir dedektif çıkmış. Hobbitcan adlı küçük hobbit, bu gizemli dedektifle uzun, güzel günler gevezelik yapmış... Onlar konuşurken mevsimler kıştan yaza dönmüş... Sonra düşünmüş kendi kendine hobbitcik, "madem ben kendimi, eski mutluluğumu arıyorum niye dedektiften yardım almıyorum. Sonuçta bana başka kim yardım edebilir ki"... Düşünmüş taşınmış ama kati suretle kaşınmamış. Çünkü hobbit kızları kaşınmazlar... Bu gereksiz bilgiden sonra devam eden masalımızda hobbitcik gitmiş dedektifin ofisine ve kapıyı çalmış... Kapıyı gözlüklü bıyıklı bir adam açıvermiş... Garip adam, onu görünce "Hobbitlerin soyu tükendi zannediyordum ama görüyorum ki koruma altındasınız küçük hanım" demiş zevzek zevzek. Kız anlam veremeyen bakışlarla bakarken, karizmatik dedektifimiz Dylan görünmüş ve "lütfen asistanımın kusuruna bakmayın, türünün ilk ve tek örneği olan o ve kesinlikle koruma altına alınmamalı, ama siz korumam altına pekala alınabilirsiniz" demiş... Küçük hobbit bu sözler üzerine "benim korumaya değil yardıma ihtiyacım var Dylan, şimdi bana yardım edicek misin onu sormaya geldim" diye karşılık vermiş. Dylan ellerini birleştirip en seksi pozunu takınarak hobbit'in karşısına geçmiş ve her zaman yaptığı gibi onu dinlemeye koyulmuş. Zavallı hobbitcik, kalesinin nasıl istila edildiğini, nasıl vatanından sürgün edildiğini, nasıl kimsesiz kaldığını anlatmış uzun uzun. Bütün hikayeyi anlattıktan sonra Dylan'dan kötü kalpli ejderhanın mutluluğunu hapsettiği mağarayı bulmasını istemiş. Dylan ejderhalardan korktuğu için değil ama hala ejderhaların var olduklarına inanmadığı için önce tereddüte düşmüş. İçinden "ben seni pekala mutlu etmeye yeterim, ne gerek var şimdi ejderhalara, maceralara ama o zaman fantastik, çizgi olamasa da yazılı romanımızın mantığı kalmaz" diye düşünmüş ve "pekala, işi kabul ediyorum, önce şu mağarayı bulalım ama bana yardım etmen gerekli" demiş. Bu sırada Dylan'a bakan Hobbitcan birden şarkı söyleyip, beş çayı için kek yapma isteği duymuş. "İşinde gerçekten başarılı biri olsa gerek, mutlu hissetmeye şimdiden başladım" diye düşünüp kıs kıs gülmüş.


Onlar konuşadursunlar kötü kalpli, ağır cüsseli, vaktinde boksör olan, kıllı ejder Ajdar, küçük hobbitin ve diğer mutluluğunu çaldığı zavallıların mutluluklarını hapsettiği mağaranın önünde pervasızca şarkı söylemekteymiş. O kadar mutluymuş ki, kendi iğrenç sesinden ve yazdığı uyduruk şarkılardan bile rahatsız olmuyormuş. Aşırı mutlu ve neşeli olduğu, aynı zamanda da böyle kötü sesli olduğu için bütün arkadaşları onu terk etmişmiş. Aynı zamanda şarkı söylerken, oraya buraya ateş püskürtüp etrafındakilerde en yanık İbrahim Tatlıses türküsünün bıraktığı acıdan daha beter bir acı bırakmaktaymış... Bu kötü huyları yüzünden zavallı, gel zaman git zaman yapayalnız kalmış. Çaldığı mutlulukları dürüm yapıp yiyor bir yandan da susurluk ayranı içip içindeki ateşi bastırıyormuş. Saatlerce şarkı söyleyip yorulduktan sonra içi toz pembe olan mağrasına dönmüş... "Nihahaho ben aptal değil mühendisim, benden nefret ederseniz, sizden yetkimi almakla kalmaz, mutluluğunuzu da böyle çalarım" diyip, koccaman bir ateş püskürmüş. Öyle ki püskürdüğü bu ateş yüzünden opera çarşısından aldığı sahte diesel kotu tutuşmaya başlamış. Şarkı söylerken saçtığı alevler nedeniyle ortada ne bir nehir ne de bir damla su yokmuş. Hemen uçarak en yakın köye gitmeye karar vermiş. Bir yandan da yeni mutluluklar çalma planları yapıyormuş. Gevezeler köyü barajını görünce hemen hızla irtifa kaybederek içine dalıvermiş. Barajdaki bütün su buhar olup uçmuş. Gökyüzündeki yanık popolu bu ejderhayı gören geveze köylüler hemen konuşmaya başlamışlar, poposu yanık ejder geveze köylü olursa olabilicekleri tartışmışlar, giderken söylediği komik şarkılarla dalga geçmişler. Bunları duyan ejder Ajdar hepsine kin gütmüş ve intikam planları yapmış. Hepinizin mutluluğu çalacağım, görürsünüz gününüzü diye geçirmiş aklından.


Günler gelmiş geçmiş Gevezeler Köyünde mutsuz olanların sayısı artmaya başlamış. Eskiden birbirini güzel güzel dinleyen insanlar artık kendileri gibi düşünmeyenlere tavır takınır, ayar verir olmuş. Müfettiş Metalycra bu gidişhata dur diyemiyor, emekliliğinin yanmasından korkuyormuş. Böyle gizemli bir işi çözse çözse Dylan çözer diyerek telefona sarılmış ve olanlardan konuşmuşlar. "Aslına bakarsan müfettiş mutluluğunun bir ejder tarafından çalındığını iddia eden bir müşterim var ve söylediklerin, onun anlattıklarıyla çok örtüşüyor. Biliyorum bana yine saçmalıdığımı söyleyeceksin ama bence aynı iş üzerindeyiz" demiş. "Bir ejderha mı? Eyvahlar olsun, bir ejderha tarafından emekliliğim yakılıcak Dylan, sen neler diyorsun??" diye karşılık vermiş müfettiş şaşkın şaşkın..."Hey bak bu iş ciddi anlıyor musun Dylan? Bukelemun'un birden bire kartuşu bitti, Vatka omuzdan düştü, Felluceli Direnişci'nin direnmeye, İyilik Penisi'nin iyilik yapmaya hali kalmadı, Köpek Balığı, kuduz oldu. Bütün Geveze Köylülere bir haller oluyor ve sen bana ejderhalardan söz ediyorsun".


Bu sırada ejderha Ajdar taze taze çaldığı mutlulukları bir güzel sıkıp suyunu içmekte, keyiften dört köşe şekilde çikita muz adlı şahaseri bestelemekteymiş. "Geveze Köylülerden intikamımı ne de güzel aldım, oh canıma değsin" diyerek hayıflanmakta, bir o yana bir bu yana dans ede ede uçmaktaymış. Geveze Köyün en konuşkanlarından biri olan Dylan Dog'un evinin üstünden geçerken, içeride büyük bir mutluluk olduğunu fark etmiş. İş ahlakından yoksun Dylan yine güzel müşterisine aşık olup, ona mutluluğu yeniden yaşatarak görevini layıkıyla yerine getirmekle meşgul olduğundan olsa gerek, evin pencerelerinden muhteşem bir mutluluk sızmaktaymış. Bu mutluluğun cazibesine daha fazla dayanamayan ejder Ajdar hemen Dylan'ın evinin duvarını, kuyruğu ile bir tos atarak, yerle bir etmiş. İş üstünde hazırlıksız yakalanan Dylan ne yapacağını bilemez halde Groucho'dan silahını isterken, küçük hobbit yıllar önce mutluluğunu çalan bu pis ejderhayı anında tanımış. Ejder Ajdar tam üzerilerine ateş püskürmeye kalkmış ki, birden öksürük nöbetine tutulmuş. Çünkü içtiği mutluluk suları boğazına dizilmiş... Bunu fırsat bilen Dylan klarneti ile ejderin kafasına bir güzel geçirip ejder Ajdar'ı bayıltmış. Aynı anda Groucho'un attığı silah da hedef şaşırıp ejder Ajdar'ın tam alnının ortasına "paaat" diye çarpınca, kötü kalpli, ağır sıklet, ejder Ajdar yedi seksen yere uzanıvermiş. Hobbitcan korkudan ne yapıcağını bilemez halde tir tir titrerken Dylan baygın ejderhayı tamamen etkisiz hale getirmiş. Uyandığında şaşkın şaşkın etrafına bakan ve karşısında müfettiş Metalycra ile Dylan'ı gören kötü kalpli pis ejder Ajdar, hemen üzerilerine ateş püskürmeye kalmış ama birden boğazında bir soğukluk hissetmiş. Meğerse Hobbitcan bir yandan ejder Ajdar'ın ağzına ev yapımı dondurma tıkmaktaymış. Mutluluk veren bu güzel şeyi ilk defa tadan ejder, ateş atmaktansa dondurma yemeyi tercih etmiş ve şapur şupur sesler eşliğinde yalanmaya başlamış. Dylan bu fırsattan istifade sorgusuna start vermiş, " Ey koca göbekli, kart sesli, maymun suratlı ejder, söyle bakalım çaldığın mutlulukları nereye sakladın?". "Hıh" diye karşılık vermiş ejderha. Bir de utanmadan hobbite dönüp, "Bu şeye çikolata sosu eklesen ne süper olur var ya" demiş. Mutluluğunu çalan bu pis ejderi elleriyle beslediği için zaten siniri bozuk olan Hobbitcan, elindeki kaşıkla "çotank" diye bir yapıştırmış ki ejderin kafasına, ejder'in gözünden yaş gelmiş. Senelerdir çok mutlu olduğu için, hiç ağlamayan ejder Ajdar bir anda ağlayınca, ne olduğunu şaşırmış, afallamış. Tam o sırada içeri müfettiş yardımcısı başarılı psikopat, şey pardon polis Alihan gelmiş. "Çat çat" iki tokat da Alihan yapıştırmış Ajdar'a. Acısı büyüyen Ajdar daha fazla dayanacak gücü kalmadığını anlamış ve "Cebimdeki haritada mağranın yeri işaretli gidin ve bulun" diye itiraf etmiş.

Yaklaşık iki gün sonra Dylan ve Hobbitcan çalınan mutlulukları geri almak için yola çıkmışlar. Bu macera dolu, uzun ve güzel yol, hedefe yaklaştıkça korkunçlaşmaya başlamış... Karanlık ormanlar, sisli bataklıklardan geçmişler...

Yolun sonuna geldiklerinde ise karşılarında açılmayan bir kapı bulmuşlar. Kapının üzerinde şunlar yazmaktaymış;

" çikita muz çikita muz,
nedir acaba durumunuz,
kapıyı açamadıysanız,
görünür size dönüş yolunuz"

"en büyük mutluluğa sahipler
açabilir bu kapıyı,
eğer mutlu değilseniz,
söyleyemezsiniz şarkı..."

Yazılanları okuyan Dylan ve Hobbitcan ne yapıcaklarını düşünmeye koyulmuş, kapı ne kadar zorlasalar da bir türlü açılmıyomuş. En sonunda bitkin düşüp dinlenmeye ve sabahı beklemeye karar vermiş ikili... Acı soğukta üşümemek için birbirlerine sarılıp uyumaya başlamışlar... Hobbit birden irkilerek uykusundan uyanmış, sanki kapının aralandığın hissetmiş. Sonra yanında güzel güzel uyuyan Dylan'a bakmış. "Kahramanım benim" diye düşünmüş içinden ve dudaklarına aşk dolu minicik bir öpücük kondurmuş. İşte o an, mağaranın kapısı şiddetli bir şekilde açılmaya başlamış... Gürültüye uyanan Dylan Hobbitcan'a "bunu nasıl başardın?" diye sorunca, Hobbitcan kasılarak "Aşkın gücü ile başardım, heh heh" diye karşılık vermiş...

Geri döndüklerinde Gevezeler Köyünde bahar şenlikleri başlamış, bayram ilan edilmiş, köye hoşgörü ve mutluluk geri gelmiş... Gökten üç elma düşmüş, kimse anlam verememiş...

Dylan ve Hobbitcan'a ne oldu diye sorarsanız... Onlar erniş muradına, siz çıkın incir ağacına...

SON

Not: Dylan Dog'a 22. yaş günü hediyemdir. Geçen sene çok eğlenerek yazdığım bu masalın, bu seneki hediyeye dahil olmasını istedim. Aşkın gücü adına. Keh keh.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

İçimdeki Pasta Aşkı Bambaşka

Hayatımızın önemli bir yerinde durur pastalar. Sadece pastalar da değil, her tür tatlı çeşidi de bu kategoriye dahildir. Kısaca "Pastry" de diyebiliriz bütününe.

Yemek kültürünün en vazgeçilmez parçasıdır. Yenilen yemeğin ardından gelen bir ödül gibidir. Önünüze konan tabaktaki tatlıya bakıp mutlu olursunuz. "Hak ettin" dercesine size bakar önünüzdeki tatlı. Öyle de güzel süslenmiştir ki, kıyamaz, çatal bile dokundurmak istemez, öylece karşınızda duran sanat eserine bakmak istersiniz. Yavaşça üzerinden akan sosa bakar durursunuz. Sanki hiç durmayan bir şelale gibi akar da akar. Hafiften üzerine serpilmiş pudra şekeri veya çikolata sosla üzerine çizilmiş şekiller veya veya şeker çubuğu ile yükseklik verilmiş heybetli görüntü sizi etkiler durur. Artık bu cezbedici görüntüyü sadece seyretmek kesmez sizi, daldırırsınız çatalınızı lezzetin doruk noktasına.

Tatlı ve pasta çeşitlerini yapmak belki hepimizin yapabileceği bir şey gibi durur. Annelerimiz bile doğuştan pastacıdır hep bizim gözümüzde. Sonuçta bir miktar unu, yumurtayı, tereyağını, pudra şekerini, sütü, kremayı, nişastayı... vesaireyi ölçüsüyle hazırlayıp karıştırmak ne kadar zor olabilir ki? Her tarafta tarifler bile bulunabiliyor artık. Peki o zaman niye pastacılık diye bir meslek türedi? Neden geleceğin meseleği, neden -annesini mutfağa koymak varken- herkes kaliteli pastacı arıyor?

Bu soruların cevapları aslında çok nettir. Herkes pasta yapabilir, ama herkes yeni bir pasta yaratamaz veya var olan bir pastayı geliştiremez. Çünkü bu meslek ciddi anlamda tecrübe, deneme - yanılma, kimya bilgisi ve tabiki de biraz sanatçı gözüne ihtiyaç duymaktadır. İşte bu yüzdendir ki, her vitrinde gördüğümüz süslü tatlılar veya kremaya boğulmuş abartılı pastalar iyi olduklarını göstermez. Genellikle hatalarının üzeri örtülmeye çalışılmıştır. Çünkü artık gelişen pastacılık mantığında abartıya yer yoktur. Sadelik, uyumlu renk tonları ve sofistike tasarımlar aranmaktadır. Pastayı görsellikle boğup, kötü olan tadını kapatmaya çalışmak şark kurnazlığıdır. Türkiye'de ne yazık belli başlı yerler dışında, hala bu mantıkla iş yapan butik pastane ve a'la carte tatlı mutfağı vardır.

Gelelim neden geleceğin mesleği olduğuna; yemek her zaman yenir. Genel bir ihtiyaçtır. Aşçılar yemekleri yapar, müşteriler de bu yapılan yemeği yer. Çeşitli soslar, garnitürler ve süslemeler eşliğinde sunulur. Yemek mutfağı gelişmeye açıktır. Birçok füzyon örneğiyle sık sık karşılaşırız. Ancak o kadar çok füzyon yapılmıştır ki, artık neredeyse damak zevkine uyacak yeni ürünlerle karşılaşmak zor hale gelmiştir. Tamamen tercih meselesidir yemek füzyonu. Ama pastacılıkta durum farklıdır. Bir ürün yaparken kullanacağınız şekerden tutun da, içine katacağınız terayağına kadar her şey farklı bir etki gösterir. Yapabileceğiniz soslar çok çeşitlidir. Deneme yanılma ile çok değişik lezzetler, soslar, içerikler ve süslemeler yapabilirsiniz. Görsellik bir kere had safhasındadır. İnanılmaz keyif verir. Yaratıcılık ön plandadır. Ama her şeyden en önemlisi, tatlınızı yiyecek her zaman birilerinin olması. Çünkü insanoğlu tatlı yemeden duramaz. Vücuda salgılattığı mutluluk hormonuna hiç kimse karşı duramaz. O yüzdendir ki, pastacılık hep yaşayacak olan bir meslek olacaktır. Her zaman bir yenilik olacaktır. Rekabet sayesinde bu gayet mümkündür.

Bu mesleği seçenler işte bu etkenlere aşık oldukları için seçmiştir. Yapması sıkmayan, keyif veren ve insanlara yaptıklarınızı tattırmanın inanılmaz zevkli olduğu bir meslektir. Saatlerce ayakta durup iş yapmak hiçbir şekilde gocundurmaz. Ayaklarınızı asla geri geri götürmez. Mesleğinize ne kadar bağlı olur, şevkinizi hep yüksek tutarsanız, o kadar çok seversiniz pastacılığı. Belki sırf bu yüzden uzak kalamıyor insan mesleğinden. Ben çalışmayı özlüyorum mesela. Birilerinin yiyeceği tatlıları hazırlamak, vasat bir tatlıyı geliştirmek gerçekten özlenecek şeylerdir. Yakın zamanda İtalya yolcusu olup, ileri düzeyde pastacılık eğitimi alacağım. Döndüğümde bu işlere tekrar girmeyi gerçekten çok istiyorum.

Son bir şey daha demem gerekiyor; mesleğin aileniz ve sevgiliniz üzerindeki etkileri inanılmaz olmaktadır. Her daim tatlı isteyen, "yaparım tabi" dedikten sonra, ürününüzü tattıklarında yüzlerinde oluşan memnuniyet ifadesine paha biçilemez. Hele ki çok ama çok sevdiğiniz biricik bir aşkınız varsa, onun bu isteklerini yerine getirmek için çırpınır durursunuz. Sırf o mutlu olsun diye fantastik tatlılara imza atarsınız. Evdeki en mutlu ve en şişman insanlar ne yazık ki sevdikleriniz olacaktır. Ama kimin umurunda... feda olsun bütün pastalar onlara :)

24 Ağustos 2008 Pazar

Filler ve dudaklar şimdi... Ne kadar acı ve gizli...

Elephant Walk, uyumamak için insan üstü çabalar gösterdiğim ve bu çabalar sayesinde geceleri klasik filmler izlediğim çocukluk zamanlarımın beni en etkileyen klasik filmlerinden biri idi. Elizabeth Taylor'un harika oyunculuğu, çok güzel bir senaryo ve muhteşem doğası ile bir kere bile izlense hafızalarda yer edecek türden bir film. Fillerin evleri tarlaları, yıkarken duyduğum korkuyu unutamıyorum hala. Film Sri Lanka'da geçmekteydi yanlış hatırlamıyorsam. Zengin bir kocası olan Ruth, başka bir adama aşık oluyordu. Olayların devamında fillerin mahallede adam toplayıp ortalığı toza dumana katması, o güne kadar fillere duyduğum sempatiyi korkuyla karıştırmıştı.

Gerçi yolda yürürken bir fille karşılaşma ihtimalimiz çok düşük olsa da bunu başaran bir çizgi roman karakteri de mevcut. Kimden bahsettiğimi tahmin edecek çizgi romanseverler elbette vardır. Tabi ki Red Kit, nam-ı orjinal Lucky Luke. Batı sirki macerasında, Kızılderililerden kaçarken Red Kit'in hayatını kurtaran Erasmus Mulligan' ın "tavşan kadar zararsız", sevimli fili Jumbo'dan bahsediyorum. Jumbo da tıpkı Sri Lanka'daki kardeşleri gibi intikamını almış ve kasabada Batı sirkini istemeyen aç gözlü Elmas Diş Ed Zink'in salonunu yerle bir etmişti. Zink her sene rodeo düzenleyen ve bunu Erasmus'un sirkiyle gölgelemek istemeyen sinir bozucu bir tipti. Sirki kasabasından kovarken Jumbo'yu tekmelemesinin bedelini çok fena ödedi.

Peki hayatımıza yer eden başka filler yok mu? Tabi ki var. Misal Acıbadem'deki yol kenarında senelerdir mahsun mahsun duran, binlerce darp ve renk değişikliği geçirmiş, her görüşümde "bu ne şimdi burda, kim koymuş bu fili buraya" diye düşündüren zavallıcık. Hangi akla hizmet, yeşile, turuncuya boyarlar o fili anlayabilmiş değilim. Kim yapmıştır, kim koymuştur, uzaylıların işi midir o heykel a dostlar?

Sonra... Fil nedir ne değildir? Efendiler... Fil acayip süper satranç elemanıdır. Böyle sinsi, böyle yere bakan yürek yakan başka bir satranç taşı daha yoktur. Unutturur kendini sonra siyah ya da beyaz köşeden bir şut (yalnız satranca futbol açısından baktım ya kendimden soğudum şu an) ve mat. Vezir bir Peter Petrelli edasıyla onun yeteneğine sahip olsa, benim en sevdiğim taştır kendisi.

Tabi fillerden bahsedip sevimli uçan filimizden de bahsetmemek olmaz değil mi? Uzun yıllar adı konusunda Jumbo mu Dumbo mu ikilemine düştüğümüz, uçan fil Dumbo. Meğersem Jumbo annesiymiş. Daha geçenlerde trt1'de hem de prime time da çizgi-müzikalini izlerken ulaştım bu yüce bilgiye. Kulaklarıyla uçan sevimli Dumbo'nun annesiz kaldığı anlarda ağladığımı bu yazıyı okuyanlardan saklayacak değilim pek tabi. Ama anlayamadığım şey, madem bu fil'in adı Dumbo'ydu, Mickey Mouse her ona yalancı muamelesi çekildiğinde, niçin "yalanım varsa uçan fil jumbo olayım" ibaresini kullanıyodu? Sevgili Disney bu da mı biz dünya çocuklarına yaptığınız kötülüklerden biri mi ha? Cevap bekliyoruz acil.


Fillerin intikamcı, süper şirin hayvanlar olmasının yanında bir de şans getirdiği inancı vardır. Tabi şans getirsin diye evinize kocaman hayvanı koyamayacağımıza göre biz de minik fil heykelleri biriktiririz ki, eğer 7 tane fil heykelimiz olursa bir ev sahibi olabilelim. Bu batıl inancın kaynağı nereden geliyor bilmiyorum ama küçükken annemle her altın gününe gittiğimde bu küçük cam fil figürlerinden görürdüm. Tabi camdan olmaları sebebiyle oymamamız tehlikeli ve yasaktı. Böyle büyükten küçüğe elephant walk icra eden camdan filler. Bu yaz itibariyle ben de Çıralı'dan bir tane edindim. Bir tane de salı pazarında rüzgar gülü satın aldığım amca hediye etmişti. Etti iki. Ben de yavaş yavaş altın günü teyzelerine dönüyorum galiba.

Herneyse... Kindar bir fil isteyebileceğiniz en kötü düşmandır. Ve her sene rodeo izlemek sıkıcı olabilir...

...Filito...

Bombay TV - Şipşak



Dublaj:

Sıçan Adam ve Tombalak: Mert Tuncer

Bombay TV - İmzalı Hela



Dublaj:

Sıçan Adam ve Tosun: Dylan Dog

Bombay TV - Keltoş



Dublaj:

Sataşan Adam: Mert Tuncer
Sakinleştirmeye Çalışan Adam: Dylan Dog

Kaybetmekten korktuğu için yarışmayan adam

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde kaybetmekten korktuğu için yarışmayan adam bir adam varmış. Aslında korktuğu sey kaybetmek değil yarışların kendisiymiş. Hayatı boyunca istemsizce yarışmaya zorlanan bu adam gün gelmiş artık yılmış. Çabalamaktan, çalışmaktan, uğraşıp, didinip karşılığında hiçbir şey bulamamaktan. Hem de çok ama çok genç yaştaymış bu adam. Ama anlamış ki bu hep böyle devam edecek. Yarışlar asla bitmeyecek. Kazansa dahi kimse boynuna madalya takmayacak. Kimse takdir etmeyecek. Hep daha fazlasını hep daha fazlasını bekleyecekler ondan. Tıpkı Michael Phelps gibi. 5, 6 madalya alsa da yetmeyecek. Herkes 8. madalyayı bekleyecek.

Çok gençmiş bu adam. O kadar gençmiş ki bu yılgınlığını görenler gülmüşler ona. "Daha ne yaşadın ki" diye aşağılamışlar ileri görüşlüğünü. Teşhisi önceden koymuş olmasını takdir etmek yerine dalga geçmişler. "Daha çok yolun var" diye akıl vermişler sanki o yoldan ilerlemek mecburiymiş gibi. İlk zamanlar dinlemiş onları genç adam. Dediklerini yapmaya çalışmış. Her başarısızlığında hırpalamış kendini biraz daha. Başarızlık olarak görünmüş her başarısı. Kendiyle yetinemez olmuş. "Hep daha iyisi, hep daha iyisi" diye şartlandırmış kendini, sonrasında her şeyin süper olacağına inandırarak. Bu inancın sonu ne yazık ki ne tebrik ne de daha iyi başarılar için teşvik getirmiş. Sadece yıkım. Ruhsal bir yıkım. Ve vazgeçmiş dinlemekten. O günden beri mahallenin delisidir kendisi. Hani şu bütün dünya başkentlerini ezbere bilen, 4 basamaklı 4 rakamı aklından çarpabilen deli. Tanıdınız mı kendisini? Ya da azıcık hayatı sorgulamaya başlarsanız, dönüşeceğiniz kendinizi?

Bombay TV - 3 Kafalı Tanrı



Dublaj:

3 Kafalı Tanrı ve Kral - Dylan Dog

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Abstractica 3

Tamamen zeka ve mantık oyunları içeren çılgın mjkgames oyunudur.
500 küsüre yakın bulmaca içermektedir. Çeşitli zorluk seviyelerinde kategoriler bulunmaktadır. Her kategoride yüzlerce oyun bulmak mümkündür. Oynarken dedektif gibi araştırmalar yapmak, sizden çözülmesi istenen bulmacaları gidip internet sitelerinden araştırmak, çözüme ulaşmak için mantığınızı zorlamak için yaratılmış çok keyifli ve bir o kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamamanıza sebep olan harkulade oyundur.

2 zorluk seviyesinde oynamanıza imkan sağlayan free trial versiyonu indirmek için;

http://www.abstractica.mjkgames.com/

Tam sürümü sadece 12 dolardır. kesinlikle vermeye değer.

Hobbitcan'ın Dylan Dog'a Doğum Günü Hediyesi

Hobbitcan'ın, 07.06.08'de, bendenizin doğum günü olması vesilesiyle armağan ettiği bu güzide fikir, yani "İnteraktif Fil" sitesi fikri bugün hayırlısıyla doğmuş bulunmaktadır. Hapishane kaçkını filimiz, sitenin en üstünde boy göstermiştir. Bu site, blog sayesinde gelişip, daha ilerisi olan site kurma planımızın tohumlarını atmamıza yardımcı olacaktır. Amin diyelim, ilk kazmayı vuralım.